1. Devlet kurucusu ATATÜRK’ün cumhuriyeti devletin siyasi rejimi
olarak seçmesinin bir nedeni, çok uzun süren bir dönemden beri
cumhuriyetin özlemini duyduğu siyasi rejim olmasındandır. ATATÜRK’ün
daha gençlik çağında, Türkiye’yi modernleştirme fikirlerine cevap veren tek
siyasi rejim cumhuriyettir.
1908 İnkılabı ile tatmin olmayan genç kolağası Mustafa Kemal
“inkılabı bizzat kendisinin tamamlayacağını” ifade etmiştir.
2. Cumhuriyet ATATÜRK’ün karakterine uygundur. ATATÜRK’ün
belirttiği gibi,
“Hürriyet ve istiklal karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın
bu kıymetli mirasından olan istiklal ile yaratılmış bir insanım. Benim
yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple
millî istiklal bence bir hayat meselesidir.
ATATÜRK’e göre, “Türk milletinin tabiat ve âdetlerine en uygun idare,
cumhuriyet idaresidir.”
Keza ATATÜRK’e göre,
“Asri bir cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını
bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir.”
3. ATATÜRK’ü cumhuriyete yönelten bir değer sebep de cumhuriyetin
en ileri devlet ve hükûmet şekli olmasındandır.
ATATÜRK’e göre, “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile
devlet şekli demektir.”
Cumhuriyet millet egemenliğini belirleyen ve millet egemenliği ile
bağdaşabilen tek rejimdir.
ATATÜRK, egemenliğin millete ait olduğu görüşünü işlemekle ve bu
görüşü yeni Türk Devleti’nin temel taşı yapmakla, millî devletin, devlet ve
hükûmet şeklinin ve cumhuriyet olacağını ortaya koyuyordu.
Egemenliğin kayıtsız ve şartsız doğrudan doğruya Türk milletine ait
olduğu zihniyetini devlet hayatımıza kazandıran ATATÜRK olmuştur. Türk
fikir ve siyasi hayatında ilk defa devlet şekli olarak cumhuriyeti cesaretle
telaffuz eden, dile getiren, savunan ATATÜRK olmuştur
4. Cumhuriyet, Türk devrimini de ifade eder. En ileri ve en gelişmiş
devlet şeklidir.
ATATÜRK Cumhuriyet’in Onuncu Yılı’nı kutlarken,
“Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli
Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.”Türkiye’de cumhuriyet, tarihî, sosyal, kültürel nedenlerle kurulmuştur.
ATATÜRK’ün açıkladığı gibi, “Cumhuriyet yeni ve sağlam esaslarıyla,
Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde
ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibarıyla, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi
olmuştur.”
5. Türkiye’de cumhuriyet fazilet ve adaletle eş anlamda kullanılmıştır.
ATATÜRK’e göre,
“Cumhuriyet, fazileti ahlakiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet
fazilettir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir.
6. XX. yüzyılın en büyük ve en güçlü insanı ATATÜRK, Türk milletinin
kaderini Cumhuriyet’le çizerken, ileri ve medeni bir toplum olmanın gereğini
de ortaya koymuştur.
ATATÜRK’ün Cumhuriyet’i barışçı, insancıl nitelikleri ile insan
kişiliğine değer veren yönü ile geleceğin örnek siyasi rejimi olmuştur.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK;
KAYNAK:Atatürk ve Cumhuriyet - Prof. Dr. Hamza Eroğlu
1876 başlarında, Devletin karşı karşıya bulunduğu dış ve iç meseleler, malî
sıkıntılar çok büyük boyutlara ulaşmıştı. Ayrıca, "Genç Osmanlılar" denen
aydınların bir süredir giriştikleri fikrî ve siyasî mücadelenin etkileri de yayılmaya
başlamıştı.
10 Mayıs 1876'da, İstanbul'da medrese öğrencileri, iç ve dış olumsuz
gelişmelerden Devlet adamlarını sorumlu tutup derslerini bıraktılar ve Bâb-ı Âliye
saldırdılar. Padişah Abdülaziz, Sadrazam Mahmut Nedim Paşayı vb. görevden
almak zorunda kaldı. Fakat, yeni hükümeti kuranlar, Padişahı da devirmek
istiyorlardı: 30 Mayıs 1876'da bunu başardılar ve V.Murat'ı tahta çıkardılar. Ancak o
da, aklî dengesi yerinde olmadığı anlaşıldığından, indirilip II.Abdülhamit Padişah
yapıldı (31 Ağustos 1876). Abdülhamit, Islahhanelerin, Sanayi mekteplerinin
kurucusu ve başarılı bir Vali olan Mithat Paşayı Sadrazam atadı (Aralık 1876) ve
hükümdarın mutlak idaresini sınırlayan, Parlâmentolu Meşrutiyet yönetimini getiren
bir Anayasayı (Kanun-i Esasi) kabul ve ilân etti (23 Aralık 1876). Böylece,
I.Meşrutiyet dönemi başladı. Bu siyasî gelişmeler, Tanzimatın doğal bir sonucu
olarak, devlet şeklinin de Avrupalı hale sokulması hareketidir, fakat kısmen de,
Avrupa devletlerinin baskıları ve istekleri doğrultusunda düşünülmüştür.
Ne var ki, Abdülhamit, çok kısa bir süre sonra, Mithat Paşayı azledip
İstanbul'dan uzaklaştırdı (Şubat 1877).
İlk Osmanlı Parlâmentosu 19 Mart 1877'de toplandı.
Ancak, Rusya, Nisan 1877'de Osmanlı Devletine savaş açtı (buna "93 Harbi"
de denir) ve bir yıl boyunca Osmanlılar, Rusya'nın ve Balkan Hıristiyanlarının
saldırılarına tek başlarına karşı koymak durumunda kaldılar; Plevne'de vs. bazı
zaferler kazanmakla beraber sonuçta yenildiler. Bu yenilgide Osmanlı Devlet
adamları ve subayları arasında çekememezlik ve sen-ben kavgası önemli bir etken
olmuştur.
Ruslar İstanbul önlerine kadar geldiler, Kars, Ardahan, Batum'u da aldılar.
Savaşın acıları, felâketleri, siyaset, eğitim ve öteki alanlardaki gelişmeleri durdurdu.
Abdülhamit özellikle savaş bahanesiyle Parlâmentoyu süresiz kapatarak,
Meşrutiyete son verdi (13 Şubat 1878).1
I. Meşrutiyet çok kısa ömürlü (1 yıldan az fazla) olduğu için bu dönemde örgün
ve yaygın eğitimden ayrıntılı olarak söz edilmeyip, eğitim özelliklerinden sonra bir
tek konu ele alınacaktır.
Türkiyeye kargı dalma İyi niyetler beslemiş
olan Fransız kavminin, Türkleri, içinde bulunduk
lan savaş halinden çıkmış görmek arzusunda bulun
duğuna ve Türk isteklerinin haklı ve akla yakın
olduğunu takdir ettiğine samimî surette inanıyorum.
Bundan dolayıdır kl Lozan’daki delegelerinizin takın
dıkları tavırdan derin surette hayrete düştüm. Ve
bu delegelerin memleketiniz halkoyunun gerçek ter
cümanı olduklanna inanamıyorum.
Konferansın bu kadar uzun süreli olacağını da
beklemiyordum. Konferans bir ayı aşkın zamandan
beri işe başladığı halde konuşma konusu edilen me
selelerden hiçbirini halletmedi. Beş hafta İçinde
hiçbir noktada anlaşma hasıl olmadığı cihetle bu
konferansın ne zaman sona ereceği sorulmağa değer.
Halbuki Türkiyenin İstekleri bütün dünyaca ve bil
hassa Lozan’da toplanan hükümetlerin delegelerince
tâ önceden biliniyordu. Delegelerimiz hiçbir yeni
dilekte bulunmadılar. Onların istekleri memleketi
mizin yaşaması için gerekli olan şartların ancak
asgarî sınırlarını içine almakta İdi. Benim düşünce
me göre konferanstaki delegeler bir parça iyi niyet
beslese idiler, konuşmaların uzaması için ortada hiç
bir sebep kalmazdı.
İstanbul ve Marmara Denizinin selâmeti ve taarruz
dan uzak bulundurulması üzerinde gerekli teminat
verilmek »artı ile Boğazların serbestliğini en önee ileri
süren biziz. Bugüne kadar bunu yapmadılar. Buna
benzer teminat isteğinde bulunduğumuzdan dolayı
bizi suçlayamazlar. Bugün bizi Lozan’a davet eden
kimselerin konferansın açılmasından önce İstanbulun
bize geri verileceğini vadeden insanlar olduklarını
hatıra getirince, bu vaadin bize iyi niyetle yapılmış
olmasından şüphe etmeğe başlıyoruz. Çünkü Istan
bul’un selâmet ve emniyeti için gerekli olan şartlar üzerinde bugün bizimle pazarlık yapılmak isteniliyor.
Bu husustaki düşüncelerimi söylemeyi Boğazlar meşe
leşinin halledileceğini öğreneceğim güne erteliyorum.
Musul vilâyetinin millî sınırlarımıza dahil top
raklardan olduğunu defalarca ilân ettik. Lozan’da bu
gün karşımızda yer almış olanlar bunu pekâlâ bilir
ler. Vatanımızın sınırlarını tayin ettiğimiz zaman
büyük fedakârlıklara katlandık. Menfaatlerimize ay
kırı olmakla birlikte anlaşma ruhu ile hareket ettik.
Artık milli topraklarımızdan en ufak bir parçasını
bizden koparmağa çalışmak pek haksız bir hareket
olur, Buna aslâ razı olamayız.
İngilizlerin bu gerçeği tanımakta tereddüt et
melerine şaşıyorum. »Tereddüt ediyorlar» cümlesini
kullanırken düşüncemi eksik bir surette söylemiş
oluyorum.
Diğer taraftan bu meselede Fransa ve İtalya’nın
taklbettiği pek tarafsızca hareket tarzı da hayretimi
çekmekten geri kalmıyor. Şimdiye kadar Lozan bize
şaşılacak başka manzaralar da hazırlamaktan gerf
durmadı. Kapitülâsyonların konferansta birçok top
lantılsrı işgal etmiş olması sebebini bir türlü anlı
yamıyoruz. Bu meselenin bahis ve tartışma konusu
edilmesi bile millî izzeti nefsimize yöneltilmiş bir
hakarettir. Kapitülâsyonların Türk m illet için ne
derecede nefret edilen bir şey olduklarını size tarife
muktedir değilim. Bunları diğer şekil ve adlar altın
da gizliyerek bize kabul ettirmeğe muvaffak olacak
larım tasarlayıp hayal edenler bu konuda çok alda
myorlar. Çünkü, TUrkler, kapitülâsyonların devam
edişinin kendilerini pek az bir vakitte Ölüme götüre
ceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye, esir olarak
mahvolmaktansa, son nefesine kadar mücadeleye
ve savaşa azmetmiştir.
Ümit ederim ki, bizimle barış yapmak istediklerini söyliyenler görüşlerinde ayak diremeden, bu
meselede Türk milletinin azim ve iradesi aleyhine
yürümek kabil olamıyacağını anladıklarım yakında
göstermekte acele edeceklerdir.
Azınlıklara gelince, bu konuda değiştirme me
selesini düşünmüştük. Diğer devletlerin delegeleri de
bu alanda bizim düşüncemizi kabul ve desteklemiş
tiler Lâkin bir fesat hıyanet ocağı bulunan, memle
kette ayrılık ve kötülük tohumları saçan, hıristiyan
hemşerilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk
ve felâket sebebi olan Rum patrikhanesini artık
topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli
teşkilâtı memleketimizde alıkoymaya bizi mecbur et
mek için ne gibi sebepler gösterilebilir?
Türkiyenin Rum patrikhanesi için topraklan üzerin
de bir sığmak göstermeğe ne mecburiyeti var? Bu
fesat ocağının gerçek yeri Yunanistan’da değil
midir?
’Merkezi hükümetimiz bütün bu noktalar üzerin
de delegelerimize, Millî Misak hükümleri ile uygun
düşen kesin talimat vermiştir. İsmet Paşa, bu konu
larda tam yetkilere sahiptir. Ve Lozan konferansı
çalışmalarında görülen gecikmelerin hiçbirinden
hükümetimize sorumluluk yöneltilemez ve kabahat
yüklenemez.Devletlerin iyi niyetimizi anlıyarak şanlı, muzaf
fer ordumuzu savaşta tutmak kabil olamıyacağını
takdir ile makul bir süre içinde konferansa son ver
ineğe karar vereceklerini hâlâ ümit ediyoruz.
Paşa Hazretlerine «Lozan Konferansının miiza
kerelerinin sizi tamamen memnun edeceği düşüncesin
de misiniz?, diye sordum.
Aşağıdaki cevabı vererek
konuşmalara son verdileri;
Biz bu konferanstan yalnız uygun sonuçlar
bekliyoruz. Millî isteklerimizi yerine getirmiyecek
bir sonucu kabul etmiyeceğiz. Lâkin şimdilik kon
feransın böyle ters bir sonuç vereceğini farzetmek
için ortada bir belirti de yoktur. Türk milleti de
bütün dünya ile birlikte Lozan Konferansının bitme
sini sabırsızlıkla bekliyor. Konferans beklenen barı
şı getirmiyecek olursa, herhalde bundan dolayı bize
hiçbir sorumluluk yüklenemez.
Medeniyet dünyasının unutmaması gereken bir
önemli nokta daha vardır. Büyük Millet Meclisi ta
rafından idare edilen yeni Türkiye, BabIâli’nin ida
resi altındaki eski Osmanlı imparatorluğu değildir.
Yeni Türkiye şeref ve haysiyetini, kudret ve kuvveti
ni müdrik ve haklarını korumak için varlığını tehli
keye atmaya her zaman hazırdır.
Konfüçyüs sadece Çin’e ait değil, bütün
dünyaya aittir. O’nun siyasi
düşüncesi
insanlığın üstün idealinin temelidir. Konfüçyüs, önce prens unvanı
ile
yüceltilmiş, ondan sonra “Mükemmel Hakim” ve “Taçsız Kral” namıyla
kutsanmış
ve Çin’de kendi adına tapınaklar inşa edilmiştir. Öğretisi, hükümetin
temeli,
şahsiyeti ise milletinin en yüksek idealinin temsilcisidir. Öğretilerinin,
bilinen
Çin mizacına çok uygun olduğu bir gerçektir. Sadece insanla
ilgilenen Konfüçyüs
bundan dolayı Çin’in Sokrates’i sayılmıştır.
Döneminin ve toplumunun bir meyvesi olarak, öğretmen
Konfüçyüs, aşağıdaki konularda öğrencilerini, devlet yöneticilerini ve halkı
bilgilendirmeye çalışmıştır:
Çağının edebi klasikleri ve sanat (şiir, tarih, müzik,
görgü-edep felsefesi ve Klasikler):Antik dönemin topraksoylu ve eğitimli
Çinlileri, çağdaşları Yunanlılar gibi sanata özel bir önem atfetmiştir.
Özellikle, şiirsel öyküler yazmak ve bunları şarkılaştırarak söylemek, hem halk
kitlelerinin birbirleriyle hem de yöneticileriyle iletişimini sağlayan
gelenekselleşmiş bir sosyo-kültürel etkinlik olarak yerini almıştır.
İsimlerin ıslahı/düzeltilmesi (doğru adlandırma ve
kavramlaştırma): Nesneleri ve kavramları doğru adlandırma, doğru kavramların ve
doğru isimlerin oluşmasını sağlar; doğru kavramların ve isimlerin oluşması ise,
toplumdaki düzenin kurulmasını, toplumsal düzenin kurulması ise doğadaki
düzenin devamını sağlayacaktır.
Görgü kuralları ve ahlaki doğruluk:Nezaket ve doğruluk, belli
bir kıvamda bir arada bulunması gereken iki temel ahlaki nitelik olarak,
Konfüçyüs’ün konuşmalarında yer almıştır.
Siyaset ve devlet yönetimi: Hem Konfüçyüs’ün hem de
öğrencilerinin, yaşadıkları zor döneme özgü bir tepki olarak
nitelendirilebilecek düzeyde özel bir ilgi duydukları bir konu olan devlet
yönetimi, toplumsal ve evrensel düzenin kurulması ve korunması yolunda büyük
önem taşıyan bir araçtır.
Din ve Erdem (Bireysel, ailevi, toplumsal ve evrensel
boyutlarıyla):Konfüçyüs, kendisinin dindar olduğu söylenmesine karşın, ne
derslerinde ne de öğrencileriyle diyaloglarında tinsel veya tanrısal konulara
yer vermiştir. Yaşadığı dönemde ağırlıkta olan ataların ruhlarına hizmet etme
geleneğine rağmen ölüm, öte-dünya ve ruhlara ilişkin bir öğreti yerine, erdemli
insan yetiştirme ve erdemli bir toplumsal düzen yaratabilme üzerine eğilmiştir.
Kişisel karakterin ve benliğin geliştirilmesi (aile ve
toplumla birlikte etkileşerek var olma, öğrenme ve gelişme felsefesi): Aslında,
Konfüçyüs’ün öğretisinde ağırlığı en fazla olan konu, bir kişinin karakterinin
geliştirilerek daha iyi ve erdemli bir insan haline getirilmesidir. Bir insana
bilgelik, iyilik ve cesaret gibi (erdemi oluşturan öğeler olarak) değerlerin
kazandırılabilmesinin tek yolu ise, “öğrenmek”ten geçmektedir. Öğrenmek için
gereken şartlar olarak, bilginin ezberlenmesi ve düşünebilme becerisi
tanımlanmıştır
İyilik olgusu, iyi olmak ve daha iyi bir insan olmak
(bencillikten sıyrılmak, insansever olmak,…vb.): Bilgi ve bilgelik, iyilik
olgusuna çok yakın kavramlar konumundadır. Doğru bilgiye sahip bir kişi olan
bilge, daima kendisinin ve çevresindeki insanların iyiliğini düşünerek olumlu
yönde hareket edeceğinden, olumsuz düşüncelerden ve sonuçlardan uzaklaşmış
olacaktır. Konfüçyüs, öğrencilerini bu konuda cesaretlendirerek, kendilerini ve
kendileriyle birlikte başkalarını da tanıyabilmelerini sağlayıp hep birlikte
gelişebilmeye doğru yönlendirmiştir.
Konfüçyüs ve Konfüçyüscülük
Kaynak:Dr. Selahattin FETTAHOĞLU- Konfücyüs ve Öğretisi
Ahi Evran Ünv. Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi (KEFAD) Cilt 12, Sayı 4, Aralık 2011(Ufuk Cem KOMŞU)
Büyük insanlar,
Tanrı'nın çok cepheli, çeşitli istidatlarla mücehhez olarak yaratmış bulunduğu
bahtiyarlardır. Böylece, Fatih Sultan Mehmed'in, devlet adamı, askerlik gibi
taraflarından başka bir de insanlık ve kültür cephesi vardır. Elimizdeki
kaynaklar Fatih’in şahsiyetini tam olarak aydınlatmaya yetmemekle beraber elde
bulunan kaynaklardan belli bir dereceye kadar aydınlatabilmekteyiz.
Fatih Sultan Mehmed 30 Mart 1432 tarihinde
Sultan II.Murad’ın üçüncü oğlu olarak Edirne’de doğmuştur. Annesi Halime Hümâ
Hatun’un menşei hakkında ilim aleminde uzun tartışmalar yapılmış ve farklı
görüşler ortaya atımıştır. Bu kadının Çandaroğlu İsfendiyar Bey'in bir torunu
olduğu üzerinde ısrarla durulmuştur. Fakat Fatih’in terbiyesinde annesinin ne
kadar etkili olduğu bilinmemektedir.
Osmanlı Devleti’nde
genel olarak şehzadeler on iki yaşına girene kadar Osmanlı sarayında
yaşamlarını sürdürürler.Nitekim Fatih Sultan Mehmed de çocukluk yıllarını
Edirne’de Osmanlı sarayında geçirmiştir. Genç şehzadenin terbiyesinde kimlerin
etkili oldukları ve kimlerin nasıl bir rol oynadıkları hakkında fazla bilgimiz
yoktur. Kuvvetli bir hükümdar şahsiyeti olan babası II. Sultan Murad'ın,
husussiyle büyük oğulları Ahmet Çelebi (1420—1438) ile Alâeddin Çelebi
(1425—1442)'nin ölümlerinden sonra yegâne varisi olarak gördüğü Mehmet
Çelebi'nin, zamana göre en mükemmel şekilde yetişmesi için her türlü ihtimamı
göstermiş olduğuna şüphe yoktur. Şehzade Mehmet Çelebi'ye okuyup yazmayı
söktüren, hattâ bunun sağlanabilmesi için zora bile başvurduğu söylenen ilk
hocasının Molla Güranî olduğu malûmdur. Kasap-zade Mahmut Bey'le İbrahim Bey'in
de genç şehzadenin şahsiyetinin teşekkülünde kuvvetle müessir oldukları
anlaşılıyor. Bu lalaların, dönemin nüfuzlu beylerinden olduğu ve Divan’a
Nişancı olarak dahil olmaları dönemin birinci sınıf ilim adamlarından olduğunu
bize göstermektedir. Sultan Mehmed'in savaşçı ve fütuhatçı şahsiyetinin
teşekkülünde mühim bir rol oynayan ve sonradan kızı ile evlenen Zağanos,
zamanın en kuvvetli askerlerindendi aynı zamanda Fatih’in yakın adamı idi.
Bütün bunlara rağmen aralarındaki münasebet hakkında kesin bir hüküm yoktur.
Fatih Sultan
Mehmed tahta çıktığı zaman Osmanlı Devleti dış tehlikeleri atlatmış ve bir
sessizlik dönemine girmiş görünmekteydi. I I. Murad'ın 1444 yazında devlet
işlerini henüz 12 yaşında bulunan oğluna emanet etmesi keyfiyeti bize
gösteriyor ki Sultan Mehmet, bu arada büyük bir gelişme göstermiştir. Öyle
anlaşılıyor ki o, tecrübeli ve emektar vezirlerin yardımı ile de olsa,
hükümdarlık yapabilecek asgari bir olgunluğa erişmiş bulunmaktadır. Gerçekten
de genç padişah devleti şahsan idare edecektir ve her hangi bir şekilde bir
vesayet bahis konusu değildir. Şimdi, Sultan Mehmed'in işbaşına geçmesi ile,
Osmanlı siyasetinde bir istikamet değişmesi müşahede ediyoruz. Bu olay, II.
Mehmed'in şahsiyetinin gelişmesi bakımından çok önemlidir. Kazasker Mevlâna
Hüsrev, Zağanos, Şahabeddin Şahin, Saruca Paşalar gibi zamanın en büyük
askerlerini genç padişah etrafına topluyor.
Bu insanlar, genç padişahı, babası zamanındaki tedafüi
siyasetten ayrılarak fütuhatçı bir siyaset takip etmeğe teşvik etmektedirler.
Fakat Vezir-i âzam Çandarlı Halil Paşa eski siyasete bağlıdır; veyahut eski
temkinli siyasetin başlıca âmili kendisidir. Bu itibarla o, genç padişahın bir
macera peşine sürüklenerek devletin başına bir felâket getirebileceğinden
endişe duymakta ve yeni rejime şiddetle muhalefet etmektedir. İhtiyar devlet
adamı, daha ziyade eski padişahı hakikî hükümdar olarak tanı makta ve Sultan
Mehmed'i bir nevi vekil saymaktadır. Gerçekten de Sultan Mehmed henüz çocuk
yaştadır ve Osmanlı Devleti düşmanlarının, bu durumdan istifade etmeğe
kalkışmaları ihtimali vardır. Tecrübeli vezirin en büyük endişesi de işte
budur. Buna mukabil Sultan Mehmed'in etrafındaki askerler, yeni padişahın
otoritesini tesis etmek gayesiyle, onu büyük bir iş başarmağa, İstanbul'u feth
etmeğe teşvik etmektedirler 1 1 . Demek oluyor ki Sultan Mehmet, daha o zaman
İstanbul'un fethi fikri ile meşgul olmağa başlamıştır. Fakat böyle bir
teşebbüse vakit kalmadan Çandarlı Halil Paşa'nın korktuğu vâki oluyor: Sultan
Murad'ın tahttan çekilmesinden ve yeni padişahın çocukluğundan faydalanmak
isteyen hıristiyanlar, Türkleri Avrupa topraklarından atmak amacı ile, henüz
mürekkebi kurumamış olan Segedin Barış Antlaşmasını bozuyorlar. Böylece muazzam
bir Haçlı ordusu Balkanlarda Osmanlı sınırlarını geçiyor. Durum son derece
tehlikelidir. Bir defa daha Osmanlılar ölüm veya kalım mücadelesi yapmak, ciddî
bir imtihan geçirmek mecburiyetinde kalıyorlar. İşte bu şartlar altındadır ki
Sultan Murad. defalarca askerî kudretini ispat etmiş bir komutan sıfatiyle,
belki biraz da devletin gerçek sahibi sıfatiyle, ordunun başına çağrılıyor ve
bilindiği gibi Varna Meydan muharebesinde Haçlı ordusunu imha ediyor. Sultan
Mehmet, bu seferde ordu kumandanlığının kendisine verilmeyişinden çok müteessir
oluyor. Aslında o, babasını Edirne'de bırakıp adamları ile bizzat muharebeye
gitmek istiyordu. Fakat Çandarlı Halil Paşa'nın müdafaa ettiği siyaset galip
gelmiş, kendisi arka plâna atılmıştı. Bu, kendisine henüz tam itimadın
beslenmeyişinin bir tezahüründen başka ne olabilirdi? Varna Meydan
muharebesinden sonra Sultan Murad istirahatına devam ediyor. Sultan Mehmed'in
etrafındaki adamları, Varna'dan sonra da padişahı mütemadiyen İstanbul'un
fethine teşvik etmektedirler. Hattâ İstanbul'u muhasara teşebbüsüne geç mek
üzere bulunduğu şayiasını bile çıkarıyorlar. Çandarlı Halil Paşa ise böyle bir
teşebbüsün şiddetle aleyhindedir. O, İstanbul muhasara edildiği takdirde bütün
hıristiyan âleminin Bizans imparatoruna yardıma koşacağından ve bunun
neticesinde Osmanlı Devletinin başına bir felâket geleceğinden korkmaktadır. Burada
padişahı azimle muhasaraya devama teşvik eden kişi Zağanos Paşa’dır. Her ne
olursa olsun, şimdi, yani 1444 ten beri eski rejim ile yeni rejim taraftarları
birbirleriyle mücadele etmektedirler ve Sultan Mehmet fiilen bu mücadelenin
içindedir. Fakat mücadeleyi, Sultan Mehmet ile taraftarları kaybediyorlar.
Gerçekten de Halil Paşa 1446 da bir Yeniçeri ayaklanması tertip ederek genç
padişahı düşürüyor ve II. Sultan Murad'ı yeniden tahta geçiriyor. İhtiyar vezir
bir kere daha siyasetini yürütmüş, eski rejim galip gelmiştir. Böylece Sultan
Mehmet, geçici bir zaman için olsa da, iktidardan düşmenin acısını tatmıştır.
Bu acının ne kadar ezici ve sarsıcı olduğunu kolayca tasavvur edebiliriz.
Gerçekten de o, hiç istemeyerek tahttan ayrılmıştır. Bu esnada müşavirlerinin
de tesiri ile onun padişahlıktan çekilmek istemediği, muhtelif kaynaklarla
kayıt etmektedir.Bu olayla birlikte Sultan Mehmed'in asıl hükümdar şahsiyeti
olarak gelişmesini tamamlamıştır. Bir defa mücadeleyi kaybetmesine rağmen
dâvasının haklı olduğuna kanidir. Babası ve Halil Paşanın zıddına olarak
gözüpek bir gaza ve fütuhat siyasetini temsil eden Sultan Mehmet, burada da
harpçı hareketlerine devam etmiş, Venedik ile barış yapılmış olmasına rağmen
1449 a kadar Ege adalarını vurmuştur. 1448 tarihinde Kocacık seferine (Kuzey
Arnavutluk'ta İskender Bey'e karşı) ve İkinci Kosova Muharebesine, 1450 de
Akçahisar muharebesine babasının yanında olarak iştirak etmiştir. Bu esnada
savaş taktiğini daha iyi öğrenmiş ve hayli tecrübeler elde etmiştir. Bir yandan
da Sultan Mehmed'e taraftar olan devrin ünlü bilginlerinden Molla Hüsrev 1 2
ile temas ederek ve daha başka âlimlerle çalışarak bilgisini artırmış, çeşitli
felsefe ve din problemleri ile meşgul olmuştur. 1451 Şubatında babasının
vefatını haber alan Sultan Mehmet, hiç vakit kaybetmeden Edirne'ye koşuyor ve
Osmanlı tahtına ikinci defa ve kesin olarak oturuyor. Sarayda yaptığı ilk
icraat dikkate şayandır. Hatunları, gerekli saygıyı esirgememeksizin, saraydan
uzaklaştırı yor. Av, çalgı vesaire gibi eğlence ile ilgili ne varsa hepsini
dağıtıyor; fuzuli insanları saraydan çıkarıyor ve herşeyi devlet menfaatlarının
hizmetine yararlı olacak şekilde düzene koyuyor. Saraydaki bu icraatiyle Sultan
Mehmet, hükümdar kaldığı müddetçe neler yapmak istediğine işaret etmiş oluyordu.
Aynı zamanda yabancı devletlerden cülusunu tebrik için gelen elçileri gayet iyi
karşılıyor, hepsine babasının yolunda yürüyeceğini ve eski dostluklara riayet
edeceğini temin ediyor. Şüphesiz ki Sultan Mehmed'in bir takım plânları vardı
ve bunları tatbik edeceği şüphesizdi. Fakat niyetlerini büyük bir
soğukkanlılıkla gizlemiş, babası zamanındaki vezirleri ve devlet erkânını,
Çandarlı Halil Paşa da dahil olduğu halde, yerlerinde bırakmıştır. Bu şekilde
davranışı, onun, bütün niyetlerini sırası gelinceye kadar kimseye sezdirmeyen
gerçek bir hükümdar şahsiyeti olduğuna delâlet eden belki de ilk tipik misâl
teşkil etmektedir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde, Osmanlı Devleti’nin
gelişmesine paralel olarak Türk dili ve edebiyatı da Anadolu’da büyük gelişme
kaydetti. İstanbul’un fethi daha önce oluşmaya başlayan saray edebiyatını
güçlendirdi. İstanbul’un devlet merkezi olmasıyla da sanatkârlar, şairler ve
âlimler bu merkez çevresinde toplanmaya başladılar. Fâtih Sultan Mehmed tam bir
ilim âşığıdır. Herhangi bir ülkede büyük bir bilgin bulunduğunu haber aldığı
zaman derhal onu İstanbul’a getirtirdi.Fatih, fikir ve sanat adamlarıyla adeta
hayatını paylaşır, çok defa onlarla yer, içer, eğlenirdi.Fatih, seferlerde de
alimlerin bir kısmını yanında götürür,bazen heyet halinde, bazen de tek tek
yanına alır ve gittiği yerlerde boş zamanlarını ilmi sohbetlerle geçirirdi. Hayatın
hakikatine, dolayısıyla felsefe başta olmak üzere matematik ve diğer müspet
bilimlere, insanın geçmişine ve geleceğine dolayısıyla tarihe, coğrafyaya,
İslâmî ilimlere büyük ilgi duymaktadır. Bu ilgiden ve kendi kişiliğinin
derinliğinden gelen merak ve öğrenme arzusundan dolayı; çeşitli bilim
dallarında mütehassıs olmuş bir âlimi kendisine hoca tayin etmiştir. Bu
hocalarla belli saatlerde gerçekten ciddi bir şekilde çalışmaktadır. Bu hocalar
arasında Molla Gürânî, Molla Hücrev, Hoca-zâde, Molla Yegân, Tazarruât sahibi
Sinan Paşa, devrin en büyük şairi Ahmed Paşa bulunmaktadır.Fâtih’in bu öğrenme
ve müspet bilimlere olan merakı Osmanlı Devletindeki kültür faaliyetlerinin
çehresini değiştirmiştir. Bu dönemde yazılan dinî, tasavvufî, ahlâkî, edebî,
tarihî, tıbbî eserler ile siyasetnâmeler, menâkıbnâmeler, musikîye dair eserler
Fâtih devrinde ilim ve kültür hayatının ulaştığı seviyeyi ortaya koymaktadır. Aynı
zamanda güçlü bir şair olan Fâtih, döneminin bilginlerini ve sanatkârlarını
himaye ettiği gibi, ırkına, dinine ve mezhebine bakmaksızın söylediği şiirlerle
kudretini ispat etmiş şairleri de himayesine almış ve onlara ihsanlarda
bulunmuştur. Bu uygulamadan dolayı Orta Asya, İran ve Arap coğrafyasından
birçok şair İstanbul’a gelerek Fâtih’in teveccühünü kazanmış, onun himayesine
girmiştir. Bunlardan bir kısmı Türk asıllı kişilerdir.
Her çeşit güzel sanat şubeleri Fatih’in kolu kanadı altında
himaye ve gelişme imkanları bulmuştur.Fatih,alimlere,şairlere,ressamlarasonsuz ümit ve imkan sahaları açarken
devrinin hattatlarına da ikramını ve takdirlerini bahşetmekten uzak
kalmamıştır.Fatih devrin en seçkin sanat ve kıymetini kabul ettirmiş hattatları
başlıca:Edirneli Yahya Sofi,Abdullah Amasi,Cemal Amasi,Tac Bey’dir. Osmanlılar
hat sanatında öyle tasarruflu, öyle emin ve cesur adımlar atmışlardır ki,meydana
getirdikleri bu Tük-İslam sanatı sırasıyla yazı olmaktan çıkarak stilize
edilmiş ritmik bir desen haline getirilmiş ve hattat, yazdığı levhaya
kelimeleri değil kendi benliğini koymuştur.Fatih, garp tekniğinin damgasını
taşıyan ve resmi, memlekete ithal eden ilk hükümdardır.Fatin’in asıl istikbale
şöhretini ve adını veren resimleri İtalyan olan Gentile Bellini tarafından
yapılmıştır. Bellini, Fatih’in sarayında on beş ay kalmış ve bu süre zarfınca
Fatih’in güzel sanatlara olan merakının bir iptila derecesine vardığını,
sarayın her tarafını resimler, nakışlar ve kabartmalarla tezyin etmek
istediğini bildirmektedir.
İşte fikir hayatı bu kadar geniş tutan İstanbul şehrinde
ilme esaslı bir mekan olduğunu düşünen padişah,fethin onuncu yılında Fatih
Manzumesi’ni inşaata başlattı. İnşa ettirdiği büyük caminin geniş avlusunun
önünde sekiz medrese yaptırmıştı. Talebelerini ücretsiz okutan bu medreseler
Türkiye’nin entelektüel hayatının kalbi niteliğinde idi. İlmin başına kurulmaya
başlayan bu en güzel çatı tam teşkilatlı Fatih Külliyesi’dir.Padişahın ilme ve
ilmi kucaklayacak binalar inşasına olduğu kadar, kütüphane tesisine de büyük
hizmeti dokunmuş, Hammer de‘’Cami içinde bir oda ayrılarak kütüphane ittihaz
edilmiştir. Osmanlıların İstanbul’da kurdukları ilk kütüphane budur’’ demiştir.
Dış görünüş itibariyle Sultan Mehmet, orta boylu, vücudu
oldukça nahif yapılı, fakat her iklimde sefer hayatının meşakkatlerine tahammül
edebilecek derecede sağlam ve mukavemetli idi. Yüzünün ifadesi insana hem saygı
ve hem de, belki daha fazla derecede, korku telkin ederdi. Çenesi öne doğru
fazlaca çıkık, açık alınlı, geniş ve yüksekçe omuzlu idi. Rengi kumral, sakalı
kırmızımtrak ve kıvırcık, boynu kısa ve kalındı. Hafifçe kavisli kaşları,
muhteşem bir şahin-burnu vardı, İri, derin manalı, biraz da hülyalı gözleri,
yüce fikirlere ve engin bir ruha sahip olduğunu ifşa ediyordu. Çok zeki, cömert,
sakin, soğuk-kanlı, sonuna kadar sabr etmesini ve tam zamanı gelince harekete
geçmesini bilen bir insandı. Son derece azimli, bükülmez iradeli, gözü-pek,
hiçbir güçlük karşısında yılmaz, amacına ulaşmak için sırasında en aşırı
derecede şiddet göstermekten kaçınmazdı. Kendisinden önce yaşamış olan Büyük
İskender Caesar, Büyük Konstantin, Justini anus gibi en ünlü cihangirleri
fütuhat ve şöhrette geçmek ihtirasını besliyordu. Askerlik ve yönetim işlerinde
olağanüstü bir kabiliyet, derin bir anlayış sahibi bulunuyordu.
İnsanoğlu,hayat ve bekasını gördüğü tarafa dağdan düşen sular gibi
kolaylıkla akar ve süratle yayılır.Dünyanın da ölüm kalım kaygısına düşmüş
olduğu hasta ve yaralı devirlerinde Fatig gibi küllün menfaati namına yaşayan,
onun hesabına çalışan, şahsi menfaat, şahsi endişe tanımayan,
kendisiyle,cemiyetle, tabiatla tam bir armoniye varmış olan idealistte elbette
ki, selametini hayat ve devam sırrını görerek ona doğru sürüklenir. Fatih’de
tabiatın nisyan kanununa rağmen, yeryüzünün unutmayacağı müstesnalardan
biridir.
Kaynak: İbrahim AKYOL-Fatih Sultan Mehmed Dönemindeki Edbi Çevreler
Bekir Sıdkı BAYKAL- Fatih Sultan Mehmed'in Mutihi ve Şahsiyeti Üzerine Bir Deneme
Semiha Ayverdi-Edebi ve Manevi Dünyası İçinde Fatih
Video : ViBio-Fatih Sultan Mehmed Han Aslında Kimdi?