5 Mayıs 2018 Cumartesi

Takvimler

           




Türklerin tarih boyunca kullanmış olduğu takvimleri bir poster haline getirdim.
Umarım yararlı olur.

ATATÜRK’ün Cumhuriyet Anlayışı

                               



                   ATATÜRK’ün Cumhuriyet Anlayışı




           1. Devlet kurucusu ATATÜRK’ün cumhuriyeti devletin siyasi rejimi olarak seçmesinin bir nedeni, çok uzun süren bir dönemden beri cumhuriyetin özlemini duyduğu siyasi rejim olmasındandır. ATATÜRK’ün daha gençlik çağında, Türkiye’yi modernleştirme fikirlerine cevap veren tek siyasi rejim cumhuriyettir. 1908 İnkılabı ile tatmin olmayan genç kolağası Mustafa Kemal “inkılabı bizzat kendisinin tamamlayacağını” ifade etmiştir. 
         2. Cumhuriyet ATATÜRK’ün karakterine uygundur. ATATÜRK’ün belirttiği gibi, “Hürriyet ve istiklal karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın bu kıymetli mirasından olan istiklal ile yaratılmış bir insanım. Benim yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple millî istiklal bence bir hayat meselesidir.
        ATATÜRK’e göre, “Türk milletinin tabiat ve âdetlerine en uygun idare, cumhuriyet idaresidir.” 
      Keza ATATÜRK’e göre, “Asri bir cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir.”
      3. ATATÜRK’ü cumhuriyete yönelten bir değer sebep de cumhuriyetin en ileri devlet ve hükûmet şekli olmasındandır. 
       ATATÜRK’e göre, “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir.” Cumhuriyet millet egemenliğini belirleyen ve millet egemenliği ile bağdaşabilen tek rejimdir. ATATÜRK, egemenliğin millete ait olduğu görüşünü işlemekle ve bu görüşü yeni Türk Devleti’nin temel taşı yapmakla, millî devletin, devlet ve hükûmet şeklinin ve cumhuriyet olacağını ortaya koyuyordu. Egemenliğin kayıtsız ve şartsız doğrudan doğruya Türk milletine ait olduğu zihniyetini devlet hayatımıza kazandıran ATATÜRK olmuştur. Türk fikir ve siyasi hayatında ilk defa devlet şekli olarak cumhuriyeti cesaretle telaffuz eden, dile getiren, savunan ATATÜRK olmuştur
     4. Cumhuriyet, Türk devrimini de ifade eder. En ileri ve en gelişmiş devlet şeklidir. ATATÜRK Cumhuriyet’in Onuncu Yılı’nı kutlarken, “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.”Türkiye’de cumhuriyet, tarihî, sosyal, kültürel nedenlerle kurulmuştur. ATATÜRK’ün açıkladığı gibi, “Cumhuriyet yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibarıyla, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur.” 
      5. Türkiye’de cumhuriyet fazilet ve adaletle eş anlamda kullanılmıştır. ATATÜRK’e göre, “Cumhuriyet, fazileti ahlakiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir.
    6. XX. yüzyılın en büyük ve en güçlü insanı ATATÜRK, Türk milletinin kaderini Cumhuriyet’le çizerken, ileri ve medeni bir toplum olmanın gereğini de ortaya koymuştur. ATATÜRK’ün Cumhuriyet’i barışçı, insancıl nitelikleri ile insan kişiliğine değer veren yönü ile geleceğin örnek siyasi rejimi olmuştur. 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK;


KAYNAK:Atatürk ve Cumhuriyet - Prof. Dr. Hamza Eroğlu

I. Meşrutiyet Dönemi ve Eğitim

 

I. MEŞRUTİYET DÖNEMİ (1876-1878)




     1876 başlarında, Devletin karşı karşıya bulunduğu dış ve iç meseleler, malî sıkıntılar çok büyük boyutlara ulaşmıştı. Ayrıca, "Genç Osmanlılar" denen aydınların bir süredir giriştikleri fikrî ve siyasî mücadelenin etkileri de yayılmaya başlamıştı.  
    10 Mayıs 1876'da, İstanbul'da medrese öğrencileri, iç ve dış olumsuz gelişmelerden Devlet adamlarını sorumlu tutup derslerini bıraktılar ve Bâb-ı Âliye saldırdılar. Padişah Abdülaziz, Sadrazam Mahmut Nedim Paşayı vb. görevden almak zorunda kaldı. Fakat, yeni hükümeti kuranlar, Padişahı da devirmek istiyorlardı: 30 Mayıs 1876'da bunu başardılar ve V.Murat'ı tahta çıkardılar. Ancak o da, aklî dengesi yerinde olmadığı anlaşıldığından, indirilip II.Abdülhamit Padişah yapıldı (31 Ağustos 1876). Abdülhamit, Islahhanelerin, Sanayi mekteplerinin kurucusu ve başarılı bir Vali olan Mithat Paşayı Sadrazam atadı (Aralık 1876) ve hükümdarın mutlak idaresini sınırlayan, Parlâmentolu Meşrutiyet yönetimini getiren bir Anayasayı (Kanun-i Esasi) kabul ve ilân etti (23 Aralık 1876). Böylece, I.Meşrutiyet dönemi başladı. Bu siyasî gelişmeler, Tanzimatın doğal bir sonucu olarak, devlet şeklinin de Avrupalı hale sokulması hareketidir, fakat kısmen de, Avrupa devletlerinin baskıları ve istekleri doğrultusunda düşünülmüştür. 
    Ne var ki, Abdülhamit, çok kısa bir süre sonra, Mithat Paşayı azledip İstanbul'dan uzaklaştırdı (Şubat 1877).
   İlk Osmanlı Parlâmentosu 19 Mart 1877'de toplandı.
   Ancak, Rusya, Nisan 1877'de Osmanlı Devletine savaş açtı (buna "93 Harbi" de denir) ve bir yıl boyunca Osmanlılar, Rusya'nın ve Balkan Hıristiyanlarının saldırılarına tek başlarına karşı koymak durumunda kaldılar; Plevne'de vs. bazı zaferler kazanmakla beraber sonuçta yenildiler. Bu yenilgide Osmanlı Devlet adamları ve subayları arasında çekememezlik ve sen-ben kavgası önemli bir etken olmuştur.
   Ruslar İstanbul önlerine kadar geldiler, Kars, Ardahan, Batum'u da aldılar. Savaşın acıları, felâketleri, siyaset, eğitim ve öteki alanlardaki gelişmeleri durdurdu. Abdülhamit özellikle savaş bahanesiyle Parlâmentoyu süresiz kapatarak, Meşrutiyete son verdi (13 Şubat 1878).1
   I. Meşrutiyet çok kısa ömürlü (1 yıldan az fazla) olduğu için bu dönemde örgün ve yaygın eğitimden ayrıntılı olarak söz edilmeyip, eğitim özelliklerinden sonra bir tek konu ele alınacaktır.
   

    Sultan II. Abdulhamid Han;
    


KAYNAK:Türk Eğitim Tarihi / Yahya Akyüz

 

Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri

ATATÜRK'ÜN SÖYLEV VE DEMEÇLERİ



          
         Türkiyeye kargı dalma İyi niyetler beslemiş olan Fransız kavminin, Türkleri, içinde bulunduk lan savaş halinden çıkmış görmek arzusunda bulun duğuna ve Türk isteklerinin haklı ve akla yakın olduğunu takdir ettiğine samimî surette inanıyorum. Bundan dolayıdır kl Lozan’daki delegelerinizin takın dıkları tavırdan derin surette hayrete düştüm. Ve bu delegelerin memleketiniz halkoyunun gerçek ter cümanı olduklanna inanamıyorum. Konferansın bu kadar uzun süreli olacağını da beklemiyordum. Konferans bir ayı aşkın zamandan beri işe başladığı halde konuşma konusu edilen me selelerden hiçbirini halletmedi. Beş hafta İçinde hiçbir noktada anlaşma hasıl olmadığı cihetle bu konferansın ne zaman sona ereceği sorulmağa değer. Halbuki Türkiyenin İstekleri bütün dünyaca ve bil hassa Lozan’da toplanan hükümetlerin delegelerince tâ önceden biliniyordu. Delegelerimiz hiçbir yeni dilekte bulunmadılar. Onların istekleri memleketi mizin yaşaması için gerekli olan şartların ancak asgarî sınırlarını içine almakta İdi. Benim düşünce me göre konferanstaki delegeler bir parça iyi niyet beslese idiler, konuşmaların uzaması için ortada hiç bir sebep kalmazdı. İstanbul ve Marmara Denizinin selâmeti ve taarruz dan uzak bulundurulması üzerinde gerekli teminat verilmek »artı ile Boğazların serbestliğini en önee ileri süren biziz. Bugüne kadar bunu yapmadılar. Buna benzer teminat isteğinde bulunduğumuzdan dolayı bizi suçlayamazlar. Bugün bizi Lozan’a davet eden kimselerin konferansın açılmasından önce İstanbulun bize geri verileceğini vadeden insanlar olduklarını hatıra getirince, bu vaadin bize iyi niyetle yapılmış olmasından şüphe etmeğe başlıyoruz. Çünkü Istan bul’un selâmet ve emniyeti için gerekli olan şartlar üzerinde bugün bizimle pazarlık yapılmak isteniliyor. Bu husustaki düşüncelerimi söylemeyi Boğazlar meşe leşinin halledileceğini öğreneceğim güne erteliyorum. Musul vilâyetinin millî sınırlarımıza dahil top raklardan olduğunu defalarca ilân ettik. Lozan’da bu gün karşımızda yer almış olanlar bunu pekâlâ bilir ler. Vatanımızın sınırlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakârlıklara katlandık. Menfaatlerimize ay kırı olmakla birlikte anlaşma ruhu ile hareket ettik. Artık milli topraklarımızdan en ufak bir parçasını bizden koparmağa çalışmak pek haksız bir hareket olur, Buna aslâ razı olamayız. İngilizlerin bu gerçeği tanımakta tereddüt et melerine şaşıyorum. »Tereddüt ediyorlar» cümlesini kullanırken düşüncemi eksik bir surette söylemiş oluyorum. Diğer taraftan bu meselede Fransa ve İtalya’nın taklbettiği pek tarafsızca hareket tarzı da hayretimi çekmekten geri kalmıyor. Şimdiye kadar Lozan bize şaşılacak başka manzaralar da hazırlamaktan gerf durmadı. Kapitülâsyonların konferansta birçok top lantılsrı işgal etmiş olması sebebini bir türlü anlı yamıyoruz. Bu meselenin bahis ve tartışma konusu edilmesi bile millî izzeti nefsimize yöneltilmiş bir hakarettir. Kapitülâsyonların Türk m illet için ne derecede nefret edilen bir şey olduklarını size tarife muktedir değilim. Bunları diğer şekil ve adlar altın da gizliyerek bize kabul ettirmeğe muvaffak olacak larım tasarlayıp hayal edenler bu konuda çok alda myorlar. Çünkü, TUrkler, kapitülâsyonların devam edişinin kendilerini pek az bir vakitte Ölüme götüre ceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye, esir olarak mahvolmaktansa, son nefesine kadar mücadeleye ve savaşa azmetmiştir. Ümit ederim ki, bizimle barış yapmak istediklerini söyliyenler görüşlerinde ayak diremeden, bu meselede Türk milletinin azim ve iradesi aleyhine yürümek kabil olamıyacağını anladıklarım yakında göstermekte acele edeceklerdir. Azınlıklara gelince, bu konuda değiştirme me selesini düşünmüştük. Diğer devletlerin delegeleri de bu alanda bizim düşüncemizi kabul ve desteklemiş tiler Lâkin bir fesat hıyanet ocağı bulunan, memle kette ayrılık ve kötülük tohumları saçan, hıristiyan hemşerilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felâket sebebi olan Rum patrikhanesini artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilâtı memleketimizde alıkoymaya bizi mecbur et mek için ne gibi sebepler gösterilebilir? Türkiyenin Rum patrikhanesi için topraklan üzerin de bir sığmak göstermeğe ne mecburiyeti var? Bu fesat ocağının gerçek yeri Yunanistan’da değil midir? ’Merkezi hükümetimiz bütün bu noktalar üzerin de delegelerimize, Millî Misak hükümleri ile uygun düşen kesin talimat vermiştir. İsmet Paşa, bu konu larda tam yetkilere sahiptir. Ve Lozan konferansı çalışmalarında görülen gecikmelerin hiçbirinden hükümetimize sorumluluk yöneltilemez ve kabahat yüklenemez.Devletlerin iyi niyetimizi anlıyarak şanlı, muzaf fer ordumuzu savaşta tutmak kabil olamıyacağını takdir ile makul bir süre içinde konferansa son ver ineğe karar vereceklerini hâlâ ümit ediyoruz. 
       Paşa Hazretlerine «Lozan Konferansının miiza kerelerinin sizi tamamen memnun edeceği düşüncesin de misiniz?, diye sordum.
 Aşağıdaki cevabı vererek konuşmalara son verdileri;
Biz bu konferanstan yalnız uygun sonuçlar bekliyoruz. Millî isteklerimizi yerine getirmiyecek bir sonucu kabul etmiyeceğiz. Lâkin şimdilik kon feransın böyle ters bir sonuç vereceğini farzetmek için ortada bir belirti de yoktur. Türk milleti de bütün dünya ile birlikte Lozan Konferansının bitme sini sabırsızlıkla bekliyor. Konferans beklenen barı şı getirmiyecek olursa, herhalde bundan dolayı bize hiçbir sorumluluk yüklenemez. Medeniyet dünyasının unutmaması gereken bir önemli nokta daha vardır. Büyük Millet Meclisi ta rafından idare edilen yeni Türkiye, BabIâli’nin ida resi altındaki eski Osmanlı imparatorluğu değildir. Yeni Türkiye şeref ve haysiyetini, kudret ve kuvveti ni müdrik ve haklarını korumak için varlığını tehli keye atmaya her zaman hazırdır.


      


KAYNAK:Yakın Tarihimiz 2.cilt

28 Nisan 2018 Cumartesi

Konfüçyüs’ün Eğitim Konuları

         

Konfüçyüs’ün Eğitim Konuları



                      
                       Konfüçyüs sadece Çin’e ait değil, bütün dünyaya aittir. O’nun siyasi
            düşüncesi insanlığın üstün idealinin temelidir. Konfüçyüs, önce prens unvanı
            ile yüceltilmiş, ondan sonra “Mükemmel Hakim” ve “Taçsız Kral” namıyla
            kutsanmış ve Çin’de kendi adına tapınaklar inşa edilmiştir. Öğretisi, hükümetin
            temeli, şahsiyeti ise milletinin en yüksek idealinin temsilcisidir. Öğretilerinin,
            bilinen Çin mizacına çok uygun olduğu bir gerçektir. Sadece insanla
            ilgilenen Konfüçyüs bundan dolayı Çin’in Sokrates’i sayılmıştır.


                                                                       
           Döneminin ve toplumunun bir meyvesi olarak, öğretmen Konfüçyüs, aşağıdaki konularda öğrencilerini, devlet yöneticilerini ve halkı bilgilendirmeye çalışmıştır:
  1. Çağının edebi klasikleri ve sanat (şiir, tarih, müzik, görgü-edep felsefesi ve Klasikler): Antik dönemin topraksoylu ve eğitimli Çinlileri, çağdaşları Yunanlılar gibi sanata özel bir önem atfetmiştir. Özellikle, şiirsel öyküler yazmak ve bunları şarkılaştırarak söylemek, hem halk kitlelerinin birbirleriyle hem de yöneticileriyle iletişimini sağlayan gelenekselleşmiş bir sosyo-kültürel etkinlik olarak yerini almıştır.
  2. İsimlerin ıslahı/düzeltilmesi (doğru adlandırma ve kavramlaştırma): Nesneleri ve kavramları doğru adlandırma, doğru kavramların ve doğru isimlerin oluşmasını sağlar; doğru kavramların ve isimlerin oluşması ise, toplumdaki düzenin kurulmasını, toplumsal düzenin kurulması ise doğadaki düzenin devamını sağlayacaktır.
  3. Görgü kuralları ve ahlaki doğruluk: Nezaket ve doğruluk, belli bir kıvamda bir arada bulunması gereken iki temel ahlaki nitelik olarak, Konfüçyüs’ün konuşmalarında yer almıştır.
  4. Siyaset ve devlet yönetimi: Hem Konfüçyüs’ün hem de öğrencilerinin, yaşadıkları zor döneme özgü bir tepki olarak nitelendirilebilecek düzeyde özel bir ilgi duydukları bir konu olan devlet yönetimi, toplumsal ve evrensel düzenin kurulması ve korunması yolunda büyük önem taşıyan bir araçtır.
  5. Din ve Erdem (Bireysel, ailevi, toplumsal ve evrensel boyutlarıyla): Konfüçyüs, kendisinin dindar olduğu söylenmesine karşın, ne derslerinde ne de öğrencileriyle diyaloglarında tinsel veya tanrısal konulara yer vermiştir. Yaşadığı dönemde ağırlıkta olan ataların ruhlarına hizmet etme geleneğine rağmen ölüm, öte-dünya ve ruhlara ilişkin bir öğreti yerine, erdemli insan yetiştirme ve erdemli bir toplumsal düzen yaratabilme üzerine eğilmiştir.
  6. Kişisel karakterin ve benliğin geliştirilmesi (aile ve toplumla birlikte etkileşerek var olma, öğrenme ve gelişme felsefesi): Aslında, Konfüçyüs’ün öğretisinde ağırlığı en fazla olan konu, bir kişinin karakterinin geliştirilerek daha iyi ve erdemli bir insan haline getirilmesidir. Bir insana bilgelik, iyilik ve cesaret gibi (erdemi oluşturan öğeler olarak) değerlerin kazandırılabilmesinin tek yolu ise, “öğrenmek”ten geçmektedir. Öğrenmek için gereken şartlar olarak, bilginin ezberlenmesi ve düşünebilme becerisi tanımlanmıştır
  7. İyilik olgusu, iyi olmak ve daha iyi bir insan olmak (bencillikten sıyrılmak, insansever olmak,…vb.): Bilgi ve bilgelik, iyilik olgusuna çok yakın kavramlar konumundadır. Doğru bilgiye sahip bir kişi olan bilge, daima kendisinin ve çevresindeki insanların iyiliğini düşünerek olumlu yönde hareket edeceğinden, olumsuz düşüncelerden ve sonuçlardan uzaklaşmış olacaktır. Konfüçyüs, öğrencilerini bu konuda cesaretlendirerek, kendilerini ve kendileriyle birlikte başkalarını da tanıyabilmelerini sağlayıp hep birlikte gelişebilmeye doğru yönlendirmiştir.
          

       Konfüçyüs ve Konfüçyüscülük





Kaynak:Dr. Selahattin FETTAHOĞLU- Konfücyüs ve Öğretisi
Ahi Evran Ünv. Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi (KEFAD) Cilt 12, Sayı 4, Aralık 2011(Ufuk Cem KOMŞU)


Fatih Sultan Mehmed'in Şahsiyeti


     FATİH SULTAN MEHMED'İN        ŞAHSİYETİ  

    Büyük insanlar, Tanrı'nın çok cepheli, çeşitli istidatlarla mücehhez olarak yaratmış bulunduğu bahtiyarlardır. Böylece, Fatih Sultan Mehmed'in, devlet adamı, askerlik gibi taraflarından başka bir de insanlık ve kültür cephesi vardır. Elimizdeki kaynaklar Fatih’in şahsiyetini tam olarak aydınlatmaya yetmemekle beraber elde bulunan kaynaklardan belli bir dereceye kadar aydınlatabilmekteyiz. 
        Fatih Sultan Mehmed 30 Mart 1432 tarihinde Sultan II.Murad’ın üçüncü oğlu olarak Edirne’de doğmuştur. Annesi Halime Hümâ Hatun’un menşei hakkında ilim aleminde uzun tartışmalar yapılmış ve farklı görüşler ortaya atımıştır. Bu kadının Çandaroğlu İsfendiyar Bey'in bir torunu olduğu üzerinde ısrarla durulmuştur. Fakat Fatih’in terbiyesinde annesinin ne kadar etkili olduğu bilinmemektedir.
 Osmanlı Devleti’nde genel olarak şehzadeler on iki yaşına girene kadar Osmanlı sarayında yaşamlarını sürdürürler.Nitekim Fatih Sultan Mehmed de çocukluk yıllarını Edirne’de Osmanlı sarayında geçirmiştir. Genç şehzadenin terbiyesinde kimlerin etkili oldukları ve kimlerin nasıl bir rol oynadıkları hakkında fazla bilgimiz yoktur. Kuvvetli bir hükümdar şahsiyeti olan babası II. Sultan Murad'ın, husussiyle büyük oğulları Ahmet Çelebi (1420—1438) ile Alâeddin Çelebi (1425—1442)'nin ölümlerinden sonra yegâne varisi olarak gördüğü Mehmet Çelebi'nin, zamana göre en mükemmel şekilde yetişmesi için her türlü ihtimamı göstermiş olduğuna şüphe yoktur. Şehzade Mehmet Çelebi'ye okuyup yazmayı söktüren, hattâ bunun sağlanabilmesi için zora bile başvurduğu söylenen ilk hocasının Molla Güranî olduğu malûmdur. Kasap-zade Mahmut Bey'le İbrahim Bey'in de genç şehzadenin şahsiyetinin teşekkülünde kuvvetle müessir oldukları anlaşılıyor. Bu lalaların, dönemin nüfuzlu beylerinden olduğu ve Divan’a Nişancı olarak dahil olmaları dönemin birinci sınıf ilim adamlarından olduğunu bize göstermektedir. Sultan Mehmed'in savaşçı ve fütuhatçı şahsiyetinin teşekkülünde mühim bir rol oynayan ve sonradan kızı ile evlenen Zağanos, zamanın en kuvvetli askerlerindendi aynı zamanda Fatih’in yakın adamı idi. Bütün bunlara rağmen aralarındaki münasebet hakkında kesin bir hüküm yoktur.
        Fatih Sultan Mehmed tahta çıktığı zaman Osmanlı Devleti dış tehlikeleri atlatmış ve bir sessizlik dönemine girmiş görünmekteydi. I I. Murad'ın 1444 yazında devlet işlerini henüz 12 yaşında bulunan oğluna emanet etmesi keyfiyeti bize gösteriyor ki Sultan Mehmet, bu arada büyük bir gelişme göstermiştir. Öyle anlaşılıyor ki o, tecrübeli ve emektar vezirlerin yardımı ile de olsa, hükümdarlık yapabilecek asgari bir olgunluğa erişmiş bulunmaktadır. Gerçekten de genç padişah devleti şahsan idare edecektir ve her hangi bir şekilde bir vesayet bahis konusu değildir. Şimdi, Sultan Mehmed'in işbaşına geçmesi ile, Osmanlı siyasetinde bir istikamet değişmesi müşahede ediyoruz. Bu olay, II. Mehmed'in şahsiyetinin gelişmesi bakımından çok önemlidir. Kazasker Mevlâna Hüsrev, Zağanos, Şahabeddin Şahin, Saruca Paşalar gibi zamanın en büyük askerlerini genç padişah etrafına topluyor.
Bu insanlar, genç padişahı, babası zamanındaki tedafüi siyasetten ayrılarak fütuhatçı bir siyaset takip etmeğe teşvik etmektedirler. Fakat Vezir-i âzam Çandarlı Halil Paşa eski siyasete bağlıdır; veyahut eski temkinli siyasetin başlıca âmili kendisidir. Bu itibarla o, genç padişahın bir macera peşine sürüklenerek devletin başına bir felâket getirebileceğinden endişe duymakta ve yeni rejime şiddetle muhalefet etmektedir. İhtiyar devlet adamı, daha ziyade eski padişahı hakikî hükümdar olarak tanı­ makta ve Sultan Mehmed'i bir nevi vekil saymaktadır. Gerçekten de Sultan Mehmed henüz çocuk yaştadır ve Osmanlı Devleti düşmanlarının, bu durumdan istifade etmeğe kalkışmaları ihtimali vardır. Tecrübeli vezirin en büyük endişesi de işte budur. Buna mukabil Sultan Mehmed'in etrafındaki askerler, yeni padişahın otoritesini tesis etmek gayesiyle, onu büyük bir iş başarmağa, İstanbul'u feth etmeğe teşvik etmektedirler 1 1 . Demek oluyor ki Sultan Mehmet, daha o zaman İstanbul'un fethi fikri ile meşgul olmağa başlamıştır. Fakat böyle bir teşebbüse vakit kalmadan Çandarlı Halil Paşa'nın korktuğu vâki oluyor: Sultan Murad'ın tahttan çekilmesinden ve yeni padişahın çocukluğundan faydalanmak isteyen hıristiyanlar, Türkleri Avrupa topraklarından atmak amacı ile, henüz mürekkebi kurumamış olan Segedin Barış Antlaşmasını bozuyorlar. Böylece muazzam bir Haçlı ordusu Balkanlarda Osmanlı sınırlarını geçiyor. Durum son derece tehlikelidir. Bir defa daha Osmanlılar ölüm veya kalım mücadelesi yapmak, ciddî bir imtihan geçirmek mecburiyetinde kalıyorlar. İşte bu şartlar altındadır ki Sultan Murad. defalarca askerî kudretini ispat etmiş bir komutan sıfatiyle, belki biraz da devletin gerçek sahibi sıfatiyle, ordunun başına çağrılıyor ve bilindiği gibi Varna Meydan muharebesinde Haçlı ordusunu imha ediyor. Sultan Mehmet, bu seferde ordu kumandanlığının kendisine verilmeyişinden çok müteessir oluyor. Aslında o, babasını Edirne'de bırakıp adamları ile bizzat muharebeye gitmek istiyordu. Fakat Çandarlı Halil Paşa'nın müdafaa ettiği siyaset galip gelmiş, kendisi arka plâna atılmıştı. Bu, kendisine henüz tam itimadın beslenmeyişinin bir tezahüründen başka ne olabilirdi? Varna Meydan muharebesinden sonra Sultan Murad istirahatına devam ediyor. Sultan Mehmed'in etrafındaki adamları, Varna'dan sonra da padişahı mütemadiyen İstanbul'un fethine teşvik etmektedirler. Hattâ İstanbul'u muhasara teşebbüsüne geç­ mek üzere bulunduğu şayiasını bile çıkarıyorlar. Çandarlı Halil Paşa ise böyle bir teşebbüsün şiddetle aleyhindedir. O, İstanbul muhasara edildiği takdirde bütün hıristiyan âleminin Bizans imparatoruna yardıma koşacağından ve bunun neticesinde Osmanlı Devletinin başına bir felâket geleceğinden korkmaktadır. Burada padişahı azimle muhasaraya devama teşvik eden kişi Zağanos Paşa’dır. Her ne olursa olsun, şimdi, yani 1444 ten beri eski rejim ile yeni rejim taraftarları birbirleriyle mücadele etmektedirler ve Sultan Mehmet fiilen bu mücadelenin içindedir. Fakat mücadeleyi, Sultan Mehmet ile taraftarları kaybediyorlar. Gerçekten de Halil Paşa 1446 da bir Yeniçeri ayaklanması tertip ederek genç padişahı düşürüyor ve II. Sultan Murad'ı yeniden tahta geçiriyor. İhtiyar vezir bir kere daha siyasetini yürütmüş, eski rejim galip gelmiştir. Böylece Sultan Mehmet, geçici bir zaman için olsa da, iktidardan düşmenin acısını tatmıştır. Bu acının ne kadar ezici ve sarsıcı olduğunu kolayca tasavvur edebiliriz. Gerçekten de o, hiç istemeyerek tahttan ayrılmıştır. Bu esnada müşavirlerinin de tesiri ile onun padişahlıktan çekilmek istemediği, muhtelif kaynaklarla kayıt etmektedir.Bu olayla birlikte Sultan Mehmed'in asıl hükümdar şahsiyeti olarak gelişmesini tamamlamıştır. Bir defa mücadeleyi kaybetmesine rağmen dâvasının haklı olduğuna kanidir. Babası ve Halil Paşanın zıddına olarak gözüpek bir gaza ve fütuhat siyasetini temsil eden Sultan Mehmet, burada da harpçı hareketlerine devam etmiş, Venedik ile barış yapılmış olmasına rağmen 1449 a kadar Ege adalarını vurmuştur. 1448 tarihinde Kocacık seferine (Kuzey Arnavutluk'ta İskender Bey'e karşı) ve İkinci Kosova Muharebesine, 1450 de Akçahisar muharebesine babasının yanında olarak iştirak etmiştir. Bu esnada savaş taktiğini daha iyi öğrenmiş ve hayli tecrübeler elde etmiştir. Bir yandan da Sultan Mehmed'e taraftar olan devrin ünlü bilginlerinden Molla Hüsrev 1 2 ile temas ederek ve daha başka âlimlerle çalışarak bilgisini artırmış, çeşitli felsefe ve din problemleri ile meşgul olmuştur. 1451 Şubatında babasının vefatını haber alan Sultan Mehmet, hiç vakit kaybetmeden Edirne'ye koşuyor ve Osmanlı tahtına ikinci defa ve kesin olarak oturuyor. Sarayda yaptığı ilk icraat dikkate şayandır. Hatunları, gerekli saygıyı esirgememeksizin, saraydan uzaklaştırı­ yor. Av, çalgı vesaire gibi eğlence ile ilgili ne varsa hepsini dağıtıyor; fuzuli insanları saraydan çıkarıyor ve herşeyi devlet menfaatlarının hizmetine yararlı olacak şekilde düzene koyuyor. Saraydaki bu icraatiyle Sultan Mehmet, hükümdar kaldığı müddetçe neler yapmak istediğine işaret etmiş oluyordu. Aynı zamanda yabancı devletlerden cülusunu tebrik için gelen elçileri gayet iyi karşılıyor, hepsine babasının yolunda yürüyeceğini ve eski dostluklara riayet edeceğini temin ediyor. Şüphesiz ki Sultan Mehmed'in bir takım plânları vardı ve bunları tatbik edeceği şüphesizdi. Fakat niyetlerini büyük bir soğukkanlılıkla gizlemiş, babası zamanındaki vezirleri ve devlet erkânını, Çandarlı Halil Paşa da dahil olduğu halde, yerlerinde bırakmıştır. Bu şekilde davranışı, onun, bütün niyetlerini sırası gelinceye kadar kimseye sezdirmeyen gerçek bir hükümdar şahsiyeti olduğuna delâlet eden belki de ilk tipik misâl teşkil etmektedir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde, Osmanlı Devleti’nin gelişmesine paralel olarak Türk dili ve edebiyatı da Anadolu’da büyük gelişme kaydetti. İstanbul’un fethi daha önce oluşmaya başlayan saray edebiyatını güçlendirdi. İstanbul’un devlet merkezi olmasıyla da sanatkârlar, şairler ve âlimler bu merkez çevresinde toplanmaya başladılar. Fâtih Sultan Mehmed tam bir ilim âşığıdır. Herhangi bir ülkede büyük bir bilgin bulunduğunu haber aldığı zaman derhal onu İstanbul’a getirtirdi.Fatih, fikir ve sanat adamlarıyla adeta hayatını paylaşır, çok defa onlarla yer, içer, eğlenirdi.Fatih, seferlerde de alimlerin bir kısmını yanında götürür,bazen heyet halinde, bazen de tek tek yanına alır ve gittiği yerlerde boş zamanlarını ilmi sohbetlerle geçirirdi. Hayatın hakikatine, dolayısıyla felsefe başta olmak üzere matematik ve diğer müspet bilimlere, insanın geçmişine ve geleceğine dolayısıyla tarihe, coğrafyaya, İslâmî ilimlere büyük ilgi duymaktadır. Bu ilgiden ve kendi kişiliğinin derinliğinden gelen merak ve öğrenme arzusundan dolayı; çeşitli bilim dallarında mütehassıs olmuş bir âlimi kendisine hoca tayin etmiştir. Bu hocalarla belli saatlerde gerçekten ciddi bir şekilde çalışmaktadır. Bu hocalar arasında Molla Gürânî, Molla Hücrev, Hoca-zâde, Molla Yegân, Tazarruât sahibi Sinan Paşa, devrin en büyük şairi Ahmed Paşa bulunmaktadır.Fâtih’in bu öğrenme ve müspet bilimlere olan merakı Osmanlı Devletindeki kültür faaliyetlerinin çehresini değiştirmiştir. Bu dönemde yazılan dinî, tasavvufî, ahlâkî, edebî, tarihî, tıbbî eserler ile siyasetnâmeler, menâkıbnâmeler, musikîye dair eserler Fâtih devrinde ilim ve kültür hayatının ulaştığı seviyeyi ortaya koymaktadır. Aynı zamanda güçlü bir şair olan Fâtih, döneminin bilginlerini ve sanatkârlarını himaye ettiği gibi, ırkına, dinine ve mezhebine bakmaksızın söylediği şiirlerle kudretini ispat etmiş şairleri de himayesine almış ve onlara ihsanlarda bulunmuştur. Bu uygulamadan dolayı Orta Asya, İran ve Arap coğrafyasından birçok şair İstanbul’a gelerek Fâtih’in teveccühünü kazanmış, onun himayesine girmiştir. Bunlardan bir kısmı Türk asıllı kişilerdir.
Her çeşit güzel sanat şubeleri Fatih’in kolu kanadı altında himaye ve gelişme imkanları bulmuştur.Fatih,alimlere,şairlere,ressamlara  sonsuz ümit ve imkan sahaları açarken devrinin hattatlarına da ikramını ve takdirlerini bahşetmekten uzak kalmamıştır.Fatih devrin en seçkin sanat ve kıymetini kabul ettirmiş hattatları başlıca:Edirneli Yahya Sofi,Abdullah Amasi,Cemal Amasi,Tac Bey’dir. Osmanlılar hat sanatında öyle tasarruflu, öyle emin ve cesur adımlar atmışlardır ki,meydana getirdikleri bu Tük-İslam sanatı sırasıyla yazı olmaktan çıkarak stilize edilmiş ritmik bir desen haline getirilmiş ve hattat, yazdığı levhaya kelimeleri değil kendi benliğini koymuştur.Fatih, garp tekniğinin damgasını taşıyan ve resmi, memlekete ithal eden ilk hükümdardır.Fatin’in asıl istikbale şöhretini ve adını veren resimleri İtalyan olan Gentile Bellini tarafından yapılmıştır. Bellini, Fatih’in sarayında on beş ay kalmış ve bu süre zarfınca Fatih’in güzel sanatlara olan merakının bir iptila derecesine vardığını, sarayın her tarafını resimler, nakışlar ve kabartmalarla tezyin etmek istediğini bildirmektedir.
İşte fikir hayatı bu kadar geniş tutan İstanbul şehrinde ilme esaslı bir mekan olduğunu düşünen padişah,fethin onuncu yılında Fatih Manzumesi’ni inşaata başlattı. İnşa ettirdiği büyük caminin geniş avlusunun önünde sekiz medrese yaptırmıştı. Talebelerini ücretsiz okutan bu medreseler Türkiye’nin entelektüel hayatının kalbi niteliğinde idi. İlmin başına kurulmaya başlayan bu en güzel çatı tam teşkilatlı Fatih Külliyesi’dir.Padişahın ilme ve ilmi kucaklayacak binalar inşasına olduğu kadar, kütüphane tesisine de büyük hizmeti dokunmuş, Hammer de‘’Cami içinde bir oda ayrılarak kütüphane ittihaz edilmiştir. Osmanlıların İstanbul’da kurdukları ilk kütüphane budur’’ demiştir.
Dış görünüş itibariyle Sultan Mehmet, orta boylu, vücudu oldukça nahif yapılı, fakat her iklimde sefer hayatının meşakkatlerine tahammül edebilecek derecede sağlam ve mukavemetli idi. Yüzünün ifadesi insana hem saygı ve hem de, belki daha fazla derecede, korku telkin ederdi. Çenesi öne doğru fazlaca çıkık, açık alınlı, geniş ve yüksekçe omuzlu idi. Rengi kumral, sakalı kırmızımtrak ve kıvırcık, boynu kısa ve kalındı. Hafifçe kavisli kaşları, muhteşem bir şahin-burnu vardı, İri, derin manalı, biraz da hülyalı gözleri, yüce fikirlere ve engin bir ruha sahip olduğunu ifşa ediyordu. Çok zeki, cömert, sakin, soğuk-kanlı, sonuna kadar sabr etmesini ve tam zamanı gelince harekete geçmesini bilen bir insandı. Son derece azimli, bükülmez iradeli, gözü-pek, hiçbir güçlük karşısında yılmaz, amacına ulaşmak için sırasında en aşırı derecede şiddet göstermekten kaçınmazdı. Kendisinden önce yaşamış olan Büyük İskender Caesar, Büyük Konstantin, Justini anus gibi en ünlü cihangirleri fütuhat ve şöhrette geçmek ihtirasını besliyordu. Askerlik ve yönetim işlerinde olağanüstü bir kabiliyet, derin bir anlayış sahibi bulunuyordu.
        İnsanoğlu,hayat ve bekasını gördüğü tarafa dağdan düşen sular gibi kolaylıkla akar ve süratle yayılır.Dünyanın da ölüm kalım kaygısına düşmüş olduğu hasta ve yaralı devirlerinde Fatig gibi küllün menfaati namına yaşayan, onun hesabına çalışan, şahsi menfaat, şahsi endişe tanımayan, kendisiyle,cemiyetle, tabiatla tam bir armoniye varmış olan idealistte elbette ki, selametini hayat ve devam sırrını görerek ona doğru sürüklenir. Fatih’de tabiatın nisyan kanununa rağmen, yeryüzünün unutmayacağı müstesnalardan biridir.



Kaynak: İbrahim AKYOL-Fatih Sultan Mehmed Dönemindeki Edbi Çevreler
Bekir Sıdkı BAYKAL- Fatih Sultan Mehmed'in Mutihi ve Şahsiyeti Üzerine Bir Deneme 
Semiha Ayverdi-Edebi ve Manevi Dünyası İçinde Fatih
Video : ViBio-Fatih Sultan Mehmed Han Aslında Kimdi?

24 Nisan 2018 Salı

Tarihin Akşını Değiştiren Komutanlar






Paylaşmış olduğum videoda tarihe yön veren, tarihin akışını etkileyen kişiliklere kısaca değineceğiz.




Hakkında

                                               





                                                   
HOŞ GELDİNİZ

          Şuan bulunduğunuz blog sayfası size tarihin içinden bilgiler sunmaya çalışacaktır.

         Tarih, faydası herkesi kapsayan bir ilimdir. Yaşanılan çağın olaylarıyla, eski çağın                olaylarını karşılaştırıp sonuca varmak gerekir. 

      Tarihin önemini sadece bu cümle ile de anlamak mümkündür.

      Yaşadığımız bölgeyi, bir arada yaşadığımız insanları ve en önemlisi kendimizi tanımamız    için tarihe ihtiyaç duyarız.

   İşte bu blog sayfasında da geçmişimizi, geçmişimizde var olan kişileri, kendimizi ve geleceği anlamaya çalışacağız.

M. T. Cicero'nun da dediği gibi;

     "Tarih, geçen zamanların şahididir, onun gerçeklerini aydınlatır, anıları meydana çıkarır, günlük yaşamımıza yol gösterir ve eski zamanlardan bilinmeyen olayları anlatır. ''